Milli Atletimiz Hamza CANAVAR (1)

7 Şubat 2015 | Kategori: Yazılarım | 3.297 views


MİLLÎ ATLETİMİZ HAMZA CANAVAR (1)

HamzaCanav

İÇİMİZDEN BİRİ

Bazı insanlar vardır ailesini temsil eder; bazı insanlar vardır köyünü, kasabasını, şehrini temsil eder. Bazı insanlar da vardır ki koca bir milleti temsil eder; binlerce kilometre uzaklarda İstiklâl Marşı’mızı söyletir, ay yıldızlı al bayrağımızı gönderlere çektirir. Biz onlarla gurur duyarız, onlarla seviniriz. Hele bir de senin köylün ise o insan, hele bir de sen onu yakından tanıyorsan, duyduğun gururun ve yaşadığın sevincin ölçüsü kelimelerle anlatılmaz. Nasıl gurur duymazsın, nasıl duygulanmazsın, nasıl “Sen çok yaşa kardeşim! Varol, ömürlü ol!” diye haykırmazsın? Çünkü içimizden biridir o: Hamza Canavar adıyla tanıdığımız; Beylerli’nin havasını solumuş, ekmeğini yemiş, suyunu içmiş; güzel insanlarımızdan biridir. Bu yazımda sizlere bu vefalı insanın yaşamından kesitler sunmak istiyorum.

SİZ HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ?

Çocukluk yıllarında, ıssız gecelerde, siz hiç yalnız kaldınız mı? Karanlık gecelerde, camı kırık pencereden dışarıda hüküm süren korkunç geceyi izlerken, siz hiç “Yarın nasıl karnımı doyururum, nasıl hayatta kalırım?” diye düşündünüz mü? Toprak damlı evlerin çatılarından üzerinize yağmur suları damladı mı?

Hiç gülerken ağladığınız oldu mu? Siz hiç dağlarda yağmur yağarken ağaç kovuklarına saklandınız mı? Siz dağları aydınlatan şimşek ışıklarından ve gök gürültüsünden korktunuz mu? Siz bazı gecelerde evde yağmur damlaları evi ıslatırken ekmek düşündünüz mü? Siz hiç aç yattınız mı?

Siz hiç küçük yaşta, mandaların (camızların) arkasında yırtık pabuçla tarlada çift sürdünüz mü? Değince başınızı yakan Ağustos sıcağının altında harman döndünüz mü? Siz hiç “Ben okuyacağım, okutun beni!” diye babanızla kavga ettiniz mi? Sözünüzü geçiremeyince hıçkıra hıçkıra ağladınız mı? Siz hiç demirci çırağı oldunuz mu, kül yuttunuz mu, elleriniz yüzünüz kömür karası oldu mu? Demirci körüğü çektiniz mi? Siz hiç demirci ocağında, kızgın ateşin karşısında çekiç salladınız mı? Öfkenizi örsteki kor halindeki demirden çıkarmak için elinizdeki balyozu tüm gücünüzle aşağıya indirdiniz mi? “Olmuyor, olmuyor!” diye ustanız tarafından azarlandınız mı? Ocaktan düşen kömürlerden ayağınız, sıçrayan kıvılcımlardan boyun deriniz yandı mı? Alın terinizi kirli gömleğinizin kollarına sildiniz mi? “Allah’ım ben böyle nasıl yaşarım?” diye yakardınız mı?

GemisliDayi

GEMİŞLİ DAYI’YI TANIRSINIZ

Yaşamının son yıllarında köy okulumuzda, sabahları sobaları yakar, erkenden gidip İnceler fırınından üstü buharlı ekmekler getirir, süt tozundan süt kaynatır da bizlere beslemede yardımcı olurdu. Atmışlı yılların öğrenci gençliğinde Gemişli Dayı’nın çok hakkı vardır.  Hamza Canavar, işte bu Gemişli Dayı’nın dördüncü çocuğudur. Çoğumuzun tanıdığı, fakat yeni yetişenlerin tanımadığı bir kişidir Hamza Canavar.

Yıllar hızlı geçiyor. Hamza ilkokulu bitirmiş, babasına yardımcı oluyordu. Ovadaki ekine, dağdaki oduna, bahçedeki suya hep Hamza koşturuyordu. Çocuk da olsa çalışmak zorundaydı. Ele muhtaçlık o kadar zordu ki yaşayan bilirdi onu ancak. Bir dürüm ekmeği bulmak her zamankinden daha zordu o yıllar.

Ağabeyi Koreli Hasan, yazları Söke ovalarında pamuk çapası, zeytin ve incir toplama işleriyle uğraşırdı. Geçimini sağlamaya çalışırdı. Köyde her ailenin öküzleri, atları vardı. Gemişli Dayı’da ise bilmediğim bir nedenden dolayı bir çift manda vardı. Onlarla çift sürer, onlarla ekin toplardı. Sıcak bastırdı mı zordu mandaları çalıştırmak. Hamza ağabeyin pek hoşuna gitmezdi bu durumlar. Çünkü yeterince toprakları yoktu. Bu yüzden tarımla uğraşmak istemiyordu. Bir şeyler yapmalıydı! Köyde ne yapılırdı ki? Hep bir şeyler düşünürdü. Yoklukla, yoksullukla baş etmenin çarelerini araştırırdı hep. Derin hayallere dalar, ille de bir çıkış yolu bulacağına inanırdı. O yıllarda komşu köy İnceler’den bir demirci ustası, köye demirci dükkanı açmıştı. Hamza ağabey günlerce bu dükkanı izledi. Çok iyi çalışıyordu dükkan. Köylülerimizin pulluk demirlerini, baltalarını, kazmalarını, çapalarını, pancar çatallarını yapan ve tamir eden demirci, iyi para kazanıyordu. Demircinin çırağı yoktu. Hamza Ağabey kafasında planı yapmıştı bile: Askere kadar burada çalışacak, dönünce de evlerinin altına demirci dükkanı açacaktı. Evleri yol üstündeydi, “Ben de böyle, kimseye muhtaç olmadan, geçinir giderim!” diye düşünüyordu.

ÇOK DÜŞÜNDÜ KARAR VERDİ

Hamza Ağabey demirci çırağı olmaya karar verir. Babasına düşüncesini açıkladı, ailecek Hamza’nın demircide çalışmasına karar verildi. Bunun üzerine babası, Demirci Rıza ile görüştü. Demirci Rıza, “Hemen yarın başlasın, bana da körük çekecek biri lazım, ben ona demirciliği öğretirim,” dedi. Babası Hamza’yı bir sabah dükkana getirdi, “Oğlumu getirdim Rıza Usta! Eti senin, kemiği benim! Bunu iyi bir demirci ustası yap, olur mu?” dedi. Dedi de arkasına bile bakmadan bırakıp gitti.

Hamza artık işe başladı. Ustası ona bazı bilgiler verdi; bir demircinin nelere dikkat etmesi gerektiğini, usta-çırak ilişkilerini açıkladı. Demirci ustası ona, kirli, bazı yerleri yanmış bir önlük verdi. Hamza de o önlüğü boynuna geçirdi, tüm dikkatini ve gücünü mesleğine vermek için özen göstermeye başladı. Sabahları erkenden gelip dükkanı temizledi. Körüğün ateşini yaktı, gelen işleri sıraya koyup ustasının gelmesini bekledi. Demirci Rıza Usta, Hamza’nın sorumluluk almasını ve tertipli çalışmasını çok beğendi. Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Şöyle bir düşündü, demirci çırağı olalı bir yılı aşmıştı. Çok yorucu geçiyordu günler. Hele yaz geldi mi işler birden yoğunlaşıyor, dur durak bilmeden çalışıyor, müşterileri memnun etmeye çabalıyorlardı. Hamza, ustasına ayak uydurmakta zorlanıyordu; çünkü zayıftı, çelimsizdi. Cılız kollarıyla ağır balyozu bazen ustanın işaret ettiği yere vuramıyor, ustasından azar işitiyordu. Nedenini bilemiyordu; ustanın elinde küçücük bir çekiç, Hamza’nın elinde ise kocaman bir balyoz vardı. Usta gösteriyor, Hamza balyozu oraya indiriyordu. Çok yoruluyordu, ne olursa olsun bu mesleği öğrenmeye kararlıydı. Başka türlü bu fakirlikten, bu darlıktan kurtuluş yolu yoktu. Canını dişine takıp çok çalıştığı için, çok yorgun düşüyordu. Akşamları ekmeği zor yiyordu. Erkenden yatağına giriyor, uyuyup kalıyordu.

O yıllarda babamla birlikte ben de dağda kömür yakıyor, demirci Rıza Usta’ya meşe kömürü satıyorduk. Fırsat buldukça Hamza Ağabey’le konuşuyordum. Eli yüzü kömür tozu içinde kalıyordu, fakat yeşil gözlerinin derinliklerinde yatan mutluluk özlemini gizleyemiyordu. Beni onunla konuşmaya iten de belki o ışıktı, o kocaman bir yıldız gibi ışıldayan kurtuluş ışığıydı. Çünkü ben o ışığın içindeki mutluluktan şarkılar söyleyen, gülen, oynayan çocuğu görüyordum. O çocuk Hamza idi, benim Hamza ağabeyimdi.

“GAVURUN DÖLÜ” SÖZÜ

Yine bir gün sabah erkenden kalkmış, dükkanı temizlemiş, ocağı yakmış, işleri sıraya koymuş, kızgın ocakta demirleri kızdırmış, ustasının gelmesini bekliyordu. Çünkü o gün yetişecek çok iş vardı. Usta gelir gelmez işe koyuldular, öğle namazına kadar epeyce iş çıkardılar. Hamza’nın yorgun kolları balyozu kaldıramaz olmuştu. Hem acıkmış, hem yorulmuştu. Balyozu kaldırıp ustasının işaret ettiği yere vuramaz olmuştu. Demirci Rıza’da bir gariplik vardı, o gün hiç yüzü gülmüyordu. Aslında Rıza Usta çok insancıl biriydi, köyde herkesin doktoru gibiydi. Çağıran her kişiye yardıma koşar, gerçek bir gönül dostu olduğunu gösterirdi. O gün her nedense biraz morali bozuktu. Hamza’yı sabahtan beri birkaç kez yok yere azarlamıştı. Hamza, neredeyse iki yıldır yanında çalıştığı insanı tanıyamaz olmuştu. “Hayret! Bu nasıl iş?” dedi içinden. Rıza Usta işaret ettiği yere vurması için Hamza’ya bağırdı. Hamza hem korkmuş, hem de paniklemişti. Olmuyordu işte, ustanın istediği yere indiremiyordu balyozu! Yorgun kolları titredi; yüklendi, bir daha yüklendi fakat yine kaldıramadı ağır balyozu. Ustasının yüzüne bakamadı. İki damla göz yaşı aktı gözlerinden, yanağındaki kömür tozlarını da önüne katıp yere düştü. Yüzünde izleri kaldı iri gözyaşı damlalarının. Usta iyice sinirlendi, “Şuraya vursana lan, gavurun dölü!” diye bağırdı. Bu sözleri duyan Hamza şaşırdı, deliye döndü. Hemen yere bıraktığı balyozun sapına dayandı. Demirci Rıza’nın yüzüne baktı, baktı, baktı: “Bana bak usta! Bu işi yapamıyorsam; ister döver, ister kovarsın! Fakat babama asla gavur, diyemezsin!” dedi. Elindeki balyozu, kızgın ateşe atarak demirci dükkanını terk etti. İki yıl emek verdiği, büyük bir hevesle öğrenmeye başladığı, hayatını değiştirecek tek kurtarıcı gibi gördüğü mesleğini o gün bıraktı. Demirci Rıza usta, baktı kaldı ardından. Birkaç gün sonra evlerine kadar gitti, özür diledi; fakat Hamza geri adım atmadı, bir daha demirciliğe dönmedi.

KoreliHasan

OKUMAYA KARAR VERDi

Hamza, babasına “Ben okumak istiyorum!” diye yalvardı. Gemişli Dayı, “Okutamam, durumumuz malum oğlum!” diyerek onun bu isteğini geri çevirdi. Ağabeyi Koreli’ye açtı konuyu. “Elimden geldiği kadar yardımcı olurum. Hele sen önce git, okula yazıl da sonra bir şeyler yaparız kardeşim,” dedi. Hamza, Denizli Lisesi’ndeki arkadaşlarıyla konuştu, demircilikten biriktirdiği parayla gidip okula yazıldı. Okullar açılınca yorganını döşeğini sarınıp Denizli’ye taşındı. Sabit bir ev buluncaya kadar bazen hemşerilerinde, bazen okul arkadaşlarının evlerinde kaldı. Bir süre sonra pencerelerinin camları yok, çatısının kiremitleri kırılmış bir ev buldular ona. O eve yerleşti, o evde kalmaya başladı. Okulun tatil olduğu günlerde Bozkurt’a kadar trenle gidiyor, oradan da yürüyerek köye varıyordu. Dönüşte annesinin hazırladığı yemeklik erzakı yanına alıyor, Denizli’ye sevinerek dönüyordu.

BEYLERLİ’YE KALKAN ARABA

O yıllar köye hiç araba çalışmıyordu. Beylerli’den at arabalarıyla Bozkurt’a gelinir, oradan kara trenle Denizli’ye gidilirdi. Bazen Çerkez Etem’in cipi imdada yetişir, Bozkurt’a atardı yolcuları. Bir de İnceler’e gidip, oradan otobüsle Denizli’ye gidenler olurdu. Ulaşımın zor sağlandığı zamanlardı o yıllar.

Öğretim yılı sonu gelmiş, herkesin eline karneleri verilmiş, Denizli Lisesi yaz tatiline girmişti. Hamza da tüm engellere, tüm olumsuzluklara rağmen sınıfını geçen, gülümsemeyi hak eden öğrencilerden biriydi. Bir an önce köye gidecek; annesinin, babasının, kardeşlerinin karşısına geçecek; çığlıklar atarak sınıfını geçtiğini haykıracaktı. Karnesini gururla ellerine uzatmayı, o anda birden onların yüzlerini kaplayıverecek olan mutluluğu görmeyi hayal ediyordu. Kıraç toprakları andıran tanıdık çehreler, kır çiçekleriyle donanacaktı adeta.

Okuldaki arkadaşlarından duymuştu, yarın garajın üstündeki yoldan Beylerlili bir kamyon sahibi, tüm Beylerlili talebeleri köye götürecekti. Hamza da ağaçtan yapılmış çantasına kitaplarını ve öteki eşyalarını doldurmuş, gücünü zorlayarak arabanın kalkacağı yere gelmiş, kan ter içinde kalmıştı. Tüm arkadaşları orada idi. Kalkma saati geldiğinde kamyon sahibi, yol parasını veremediği için Hamza’ya “Olmaz! Hamza seni alamam, yerim yok!” dedi. Hamza çok yalvardı: “Beni bırakma, yol paramı köyde babam verir! Ne olur amca, beni bırakma!” Ne dediyse söz geçiremedi. Kamyon sahibi kararını değiştirir de belki çağırır diye, kamyon kalkıncaya kadar bekledi. Fakat boşunaydı! Kamyon sahibi onu almadı. Kamyon gözden kayboluncaya kadar ağladı, oracığa yığıldı kaldı. Bir süre sonra kendine gelince toparlanıp ayağa kalktı, çantasını sürükleyerek evinin yolunu tuttu.

BİR HEMŞERİSİ KUCAK AÇTI

Elinde çanta eve dönerken İtfaiye’nin önünde, Kulaksız Ömer lakabıyla tanınan, köylümüz Ömer Aslan’a rastladı. Ömer Amca, koşarak yanına geldi, “Ne oldu amcam, neden ağlıyorsun? Biri falan mı dövdü seni?” dedi.

“Hayır Ömer Amca, döven falan olmadı, sadece köye gidemedim. Hemşerimiz param yok diye beni kamyona almadı,” diye cevap verdi.

Ömer Amca, “O kadar olsun, her işe bir çare bulunur,” diyerek teselli etti onu. Bir yandan da çantanın bir ucundan tutarak taşımaya yardım etti. Ömer Amcanın çalıştırdığı otele geldiler. Ömer Amcanın oteli bu gün Çerkez Oğlunun lokantasının olduğu yerde idi. Ömer Amca, Hamza’ya bir iş teklif etti: “Hamza, sen bugün otelde kal, yarın benim Dokuzkavaklar’daki eve gidelim. Orada iki inek var, bunları köye kadar götürüp babama teslim edeceksin. Babam sana yedi lira para verecek.”

Hamza hemen kabul etti işi, “Tamam, götüreyim,” dedi. Karnını bir güzel doyurduktan sonra o gece otelde yattı. Ertesi gün sabahleyin Ömer Amca ile Dokuzkavaklar’daki eve geldiler. Hamza inekleri önüne katıp yola koyuldu.

UZADIKÇA UZADI YOLLAR

Denizli ile Beylerli arası uzun bir yoldu. Haziran güneşi tam karşıdan doğdu. Asfaltın sağından, kenardaki otları yiye yiye yol alıyordu inekler. Honaz’ın hizasına, bugünkü Organize bölgesine gelince Hamza da yoruldu inekler de. Hamza azıcık beklese, hemen inekler yatıyor, geviş getirmeye başlıyorlardı. Hamza onları tekrar kaldırıp yürütmekte zorlanıyordu. Sıcak iyice bastırmıştı. Kocabaş’ı geçtiklerinde çoktan öğle olmuştu. Hamza hem susamış, hem de çok acıkmıştı. Ömer Amca sabahleyin Hamza’ya yiyecek ve su katmayı unutmuştu. Aklına gelseydi, mutlaka bir şeyler katardı. Kişiliği sağlam biriydi, hemşerilerine yardım etmeyi seven biriydi. Yol uzun, hava sıcaktı. Hem yürümek hem de ineklerin sorumluluğunu taşıdığını düşünmek yoruyordu onu. Açlık ve susuzluk ise kelimenin tam anlamıyla perişan ediyordu Hamza’yı. Yol kenarındaki bir armut ağacının gölgesinde dinlenmeye karar verdi. İnekler gölgede hemen yattılar, Hamza da sırt üstü uzandı. Yukarıya doğru bakınca, gözleri armut ağacındaki taşlıca armut meyvelerine takıldı. Hemen yattığı yerden kalktı, birkaç taş atarak armut düşürdü. Henüz olgunlaşmamıştı taşlıca armutlar, yenecek gibi görünmüyorlardı. Hamza çok acıktığı için, kekreliğine aldırış etmeden, bir avuç taşlıca armut yedi. Açlığını bastırmasına faydası oldu. Taşlıca armutların birazını da ceplerine doldurdu, “Acıkınca yolda yerim,” diye düşündü. İnekleri zor kaldırdı yine yattıkları yerden, güçlükle yola koyuldular. Uzun yollar uzadıkça uzuyor, tükenmek bilmiyordu. Zaman ilerledikçe ayakları taşıyamaz olmuştu vücudunu. Susuzluk ve açlık perişan etmiş, vücudunun direncini kırmıştı. İnekler de kaplumbağa gibi yavaş ve isteksiz yürüyorlardı. Başçeşme’ye varınca gecenin karanlığı çökmüş, kara bir çadır gibi her yanı kaplamıştı. Karanlığa rağmen, gelip geçen vasıtaların ışıklarıyla yolu görebiliyordu.

AKLINA DÜŞEN SINIF ARKADAŞI

Hamza, zor da olsa Bozkurt’a varmıştı. Aklına Denizli’deki okul arkadaşı geldi, onu bulup çok aç olduğunu söyleyecek, karnını doyurmak için bir parça ekmek isteyecekti. İneklerle Bozkurta girdiğinde kahveden bir ihtiyar çıktı ve önü sıra yürümeye başladı. Utana sıkıla o ihtiyara yaklaşıp arkadaşının evini sordu. İhtiyar, “Gel, ben o tarafa gidiyorum. Seni de götüreyim,” dedi. Az sonra bahçesi kapılı bir eve vardılar. “İşte burası!” dedi ihtiyar, yürüdü gitti. Hamza, korkak ve çekingen bir halde kapının tokmağını tıklattı, ardından da arkadaşının ismini çağırdı. İçeriden bir ses, “Geliyorum!” dedi, gelen sınıf arkadaşıydı. İki kardeş gibi kucaklaştılar. Hamza’yı eve davet etti, “Bugün burada kal, sabah gidersin,” dediyse de Hamza “Olmaz,” dedi. Arkadaşına çok acıktığını ve susadığını anlattı, eğer bir parça ekmek ile bir şişe su verebilirse çok makbule geçeceğini söyledi. Bunun üzerine arkadaşı hemen eve koştu, birkaç dakika sonra bir bohça ekmek ve bir şişe su ile geri döndü. Sevinerek bohçayı ve su şişesini alan Hamza, arkadaşına teşekkür etti, vedalaştılar. Hamza çok duygulandı, “İnsanın gerçek bir dostu olması ne kadar güzel!” diye geçirdi içinden. Şişenin kapağını açarak birkaç yudum su içti, boğazının ve ağzının kuruluğu geçti. Evden on metre kadar uzaklaşınca da aceleyle bohçayı açıp peynirli somun ekmeğini yemeye başladı. Öyle acıkmıştı ki üst üste ısırdığı için, ilk lokmaların bir kısmını çiğnemeden yutmuştu. Bozkurt’u çıkar çıkmaz yolun kenarına oturdu, oracıkta ekmekle suyun geri kalanını da bitirdi. Karnı doyup susuzluğu gidince rahatladı. İnekler de hemen yattılar.

NE TATLI ŞEY ŞU UYKU

Rahatlayınca, başta gözleri olmak üzere tüm bedenini uyku bastı Hamza’nın. Yolun kenarına, oracığa uzanıverse, yorgan döşek istemeden derin bir uykuya dalacak, belki güzel bir rüya bile görecekti. Tüm gücüyle direndi, uykuya teslim olmadı. Zor da olsa, “Yolcu yolunda gerek!” diyerek yola devam etmeliydi. İnekleri yine güçlükle kaldırdı, düştü yola. İnceler yolunu takip edecek, Kanlıca Göl’ün üstündeki yol ayırımından sapıp köye varacaktı. Ay ışığı sayesinde gideceği yeri seçmekte zorlanmıyordu. Bir türkü tutturdu: “Cevizin yaprağı dal arasında. Güzeli severler bağ arasında. Üç beş güzel bir araya gelmişler, benim sevdiceğim yoğ arasında.”

Böylece karanlığın verdiği korkuyu yendi. Kendine olan güveni arttı. Ne yazık ki bir süre sonra inekler yürümediler. Her ne kadar elindeki değnekle canlarını acıtsa da onlar bir adım bile atmadılar. Yolun ortasına yattılar. Hamza çaresizdi. Orada bir saat mola vermek zorunda kaldı. Bir saat sonra tekrar yola koyuldular. Bir süre sonra Beylerli yol ayırımına geldiler. Ekmek içinde yediği tuzlu peynir yine susatmıştı Hamza’yı. İki yol ayrımının ortasında kalan üçgen biçimindeki yerde, etrafı hasırlarla çevrili, kırmızı topraktan yapılmış, yan yana dizilmiş, üç kocaman su küpü vardı. Hamza, ay ışığının yardımıyla koşarak küplere yaklaştı, kapaklarını açıp baktı. Üçü de ağzına kadar su doluydu. Ahlat ağacında, çam ağacından oyulmuş bir su tası asılıydı. O tası alarak kana kana su içti oradaki küplerin birisinden. Kendisini susuzluktan kurtaranlara bütün kalbiyle duacı oldu. İneklere baktı, yine yatmışlardı. Kendisi de sırtını küplere dayadı, ineklere bakarken gözleri kapanıverdi. Hiç farkında olmadan uyuya kaldı oracıkta.

Birkaç saat sonra yüksek perdeden havlayan bir köpeğin sesiyle korkarak uyandı. İncelerli bir çoban, koyun otlatıyordu. Onun köpeği ineklere saldırıyor, inekleri korkutup sürüden uzaklaştırmak için de durmadan havlıyordu. Hamza, köpeğe bağırıp taş fırlatsa da, köpek oralı bile olmuyor, susmuyordu. İnsan sesini duyan çoban, köpeğini yanına çağırdı, az sonra da kendisi Hamza’nın yanına geldi. Birlikte epeyce oturup konuştular, inekler dinlenmiş oldu. Yola koyulduğunda sabah yıldızı doğmuştu. Biraz gittikten sonra şafak uykusu bastırdı, gözlerini açamıyordu. Aklına yürürken uyumak geldi. Bir elini ineğin kuyruğuna sardı. İnek yürüyünce Hamza’yı da çekiyordu. Hamza gerçekten hem yürüdü, hem uyudu. Gümüşçukuru’nu ve Ekmektepesi’ni tozlu, toprak yolda uyuyarak geride bıraktı. Yarı uykulu, yarı uyanık bir şekilde Irmak ve Atkoşumu üzerinden Harmanyeri’ne geldi.

Çayı geçerken inekler su içmeye, Kazım Hoca da sabah ezanını okumaya başladı. Hamza da içti buz gibi sudan avucuyla alarak, sonra da elini yüzünü yıkadı; kendine geldi. Pantolonun paçalarını bile toplamadan, pabuçlarla daldı çayın sularına. Eliyle ineğin kuyruğuna tutunarak geçti karşıya. Köye yaklaştığı için yüreği çarpıyor, seviniyordu. Islıkla bir türkü tutturdu, bu türkü sevinç türküsüydü: “Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece. Bilmiyorum ne haldeyim, gidiyorum gündüz gece…”

Onun ıslığını tanıyan köpeği, İrim’de, tam da Çakır Ali’nin evinin hizasında Hamza’yı karşıladı. Köpek sevincinden mızıklıyor, gurbetten gelen sahibine kavuşmanın verdiği mutluluktan içi içine sığmıyor, durmadan havalara zıplıyordu. Hamza, köpeğini kucakladı, başını okşadı, onu çok sevdiğini gösterdi. İneklerle beraber caminin hizasına geldiğinde cemaat sabah namazından çıkıyordu.

HERKES MAŞALLAH DEDİ

Hamza ile burun buruna gelenlerin içinde Gemişli Dayı da vardı. Cemaat Hamza’nın çevresini sararak, bu saatte nereden geldiğini öğrenmek istiyordu. Hamza, Denizli’den Ömer Aslan’ın ineklerini getirdiğini anlatınca, herkes hayretler içinde kalıp “Maşallah!” dedi. “Taa Denizli’den Beylerli’ye kadar yürümek her babayiğidin harcı değildir!” dediler. Hamza ile babası inekleri Kulaksız Ömer Amca’nın babası Cemal Aslan’ın evine götürdü. İnekleri sahibine teslim eden Hamza, evlerine giderken yorgunluktan babasının kollarına tutunmak zorunda kaldı. Hamza hem çok gururlu, hem de çok bitkindi. Eve vardıklarında, Hamza’yı gören annesi ağlamaya başladı. “Ne oldun oğul sen böyle?” diye hem sarmaştı, hem ağladı. Öpüp koklayıp, hasret giderdikten sonra yüklüğün yanına bir döşek serdi, üzerine de yorgan örtüp yatırdı yavrusunu. Hamza’sı gelmişti, canı ciğeri gelmişti. Zaten çok ağlamıştı onu Denizli’ye gönderirken. Gittiğine değildi onun ağlaması, ayrılığına hasretine değildi. Bağrına taş basar, katlanırdı ayrılık acısına, fakat yokluk acısı başkaydı, işte ona ağlıyordu. Yavrusunun rezil rüsva olduğunu bildiği için ağlıyordu. Yan odaya geçip kendi kendine ağıtlar yaktı: “Ne yaptıysam yardımcı olamadım yavrum sana! Yoksa şu hallere düşer miydin sen? Cebinde paran olsaydı, başına böyle işler gelir miydi! Körpe kuzum, kara yazılım!” Hem söyledi, hem ağladı. Göz yaşlarını sakladı oğlundan, bir damlasını bile göstermedi ona, üzülmesin diye. Zaten Hamza köy yıkılsa haberi yoktu, derin bir uykuya daldı. Babası akşam namazından gelince, tatlı sözlerle uyandırıp akşam yemek yemeğini birlikte yediler.  Hamza uykudan kalktı, fakat güçlükle ayakta duruyor, yalpalayarak yürüyordu. Yemekten sonra evin içi insanla dolmuştu. Denizli’den yürüyerek geldiğini duyan konu komşu, meraklı gözlerle Hamza’yı inceliyordu. Günlerce köy kahvelerinin sohbet konusu Hamza oldu.  Hamza gerçekten ömrünün en uzun, en meşakkatli yolculuğuna çıkmış, alnının akıyla hedefine ulaşmıştı. Liseli bir öğrencinin adımlarıyla katettiği yol, tam seksen kilometreydi. Hamza bu meşakkatli yolculuğa, o çocuk kalbiyle isteyerek katlandı. Çünkü kendisine güvenen ve kendisine büyük bir sorumluluk veren birisi çıkmıştı karşısına. Kendisine güven duyulmasına çok seviniyordu. İşte bu yüzden, kendisini insan yerine koyan; kendisine güvenen biri için seksen değil, sekiz yüz kilometrelik bir yolculuğa katlanmayı bile göze alabilirdi.

OmerAslan

SAĞ OL ÖMER AMCA…

Birkaç gün sonra Hamza’nın bir şeyi kalmadı, tüm yorgunluğu geçti, acıları sevince dönüştü. Bir hafta sonra da Kulaksız Ömer Amca köye geldi. Hamza’yı evlerinde buldu. Elinde Hamza’nın ağaçtan çantası vardı. Hamza’yı yanına çağırdı. Hamza koşarak geldi Ömer Amca’nın yanına. Ömer Amca saçlarını okşadı. “Aferin sana Hamza! Al, şu çantan; şu da paran! Sana üç lira fazla veriyorum,” dedi, on lira tutuşturdu eline. “Çok beğendim seni, güvenimi boşa çıkarmadın!” dedi. Hamza bu sözlere çok sevindi. Saçları okşanırken, yemyeşil gözleri mutluluktan çakmak çakmak oldu. Ağlamaklı bir ses tunuyla sadece “Sağ ol Ömer amca!” diyebildi. Hamza ileride ne olacağını bilmeden de olsa, ilk uzun maratonunu henüz on dört yaşındayken koştu.

Şimdi Hamza Ağabey, rahmetli Kulaksız Ömer Amca’yı rahmetle anıyor ve diyor ki:

“Ömer Amca’dır benim atlet olmama sebep olan kişi! O olmasaydı, ben şimdi yoktum. O verdi bana bu güveni, onun sayesinde yürüdüm tam seksen kilometrelik yolu! Benim kaderimi ve hayatımı değiştiren bir yolculuktu bu! Bu yolculuk aynı zamanda, beni mutluluğa taşıyacak olan merdivenin ilk basamağıydı.”





14 Yorum:

Avatar

Osman FENER:

Tarih: Şubat 7th, 2015 | Saat: 15:52

Emeğine sağlık Galip abi. Hamza Canavarı çok güzel bir dille anlatmışsın. Okurken sanki ben de HC ile yola çıkmış gibi oldum.

Avatar

ayhan avcı:

Tarih: Şubat 7th, 2015 | Saat: 16:17

Bir önceki Hamza Canavar yazına ilave anlamında güzel bir çalışma olmuş. Bu tür yazıları çoğaltıp ilerine kitap haline getirmek sonraki kuşaklara iyi bir kaynak oluşturur diye düşünüyorum. Durmak yok yazmaya devam. Saygılarımla…

Avatar

Çakırali'nin Sabri:

Tarih: Şubat 8th, 2015 | Saat: 21:45

Sanki bir romanın başlangıcı gibi. Gerçek hayatlardan çıkmıyor mu zaten birçok büyük romanlar? Benim ağabeyim de böyle bir yazıya girişmiş, belki de coşar roman yazmaya girişir. Neden olmasın? Başlangıç bölümünü başaran, gerisini de getirir. Benim canım da öyle istiyor doğrusu. Haydi Galip Usta, şöyle bir kendini yokla Hamza Canavar abimizin bir biyoğrafik romanını yazıver. O, adına roman yazmaya değer bir kişi, Sen de bu işin altından kalkabilecek donanıma sahipsin. Bana düşen önermek ve başarı dilemekten ibaret. Haydi, şimdiden başarılar, kalemine kuvvet…

Avatar

Özel Ayna:

Tarih: Şubat 9th, 2015 | Saat: 13:08

Memleketimizin, köyümüzün değerlerini kaleme alıp gelecek kuşaklara ve bilmeyenlere anlatmak , anlatırken bir solukta okunur biz yazı ile yapmak ancak Galip ustanın işi olabilir. Eline ve yüreğine sağlık Galip abi.

Avatar

Ahmet Gülmez:

Tarih: Şubat 10th, 2015 | Saat: 14:41

Harikasın Galipciğim.teşekkürler.

Avatar

Ömer Kalak:

Tarih: Şubat 10th, 2015 | Saat: 21:49

Galip Abem benim. Yüreğine, kalemine sağlık. Sizlerde aynı şartlar altında yola çıktınız. Köyümüzün gururu, gençlerimize. özellikle benim dönemim ve benden önceki büyüklerimiz gençlere birer örnek oldunuz. Rahmetli Ömer Amca gibi sizde bizlere hep destek oldunuz. Kimimizin parası gelmedi size geldik ekmek parası yol parası diye. Bizlere hep sahip çıktınız. Sizlerin oradaki varlığınız bizim için bir güven kaynağıydı. Çünkü bir sıkıntımız olsa sığınacak bir limanımız vardı. Bu gün o dönemde okuyan, bir yerlere gelen arkadaşlarımızın üstündeki emekleriniz asla unutulamaz. Sizlere de o günlerdeki emekleriniz ve yardımlarınızdan dolayıda şahsım adına sonsuz teşekkürlerimi bir borç biliyorum.

Avatar

GALİP ÇAKIR:

Tarih: Şubat 12th, 2015 | Saat: 15:09

Sevgili osman zaman yolculuğuna hamza abimle cıkmıssın iyide etmişsin bir yazıyı okuyunca insan kendini buluyorsa bana ne mutlu

Avatar

GALİP ÇAKIR:

Tarih: Şubat 12th, 2015 | Saat: 15:13

Sevgili ayhan hocam durmak yok yazmağa devam diyorsun Bende durmuyorum zaten yazıyorum anaya babaya arkadaşa köylüme acı bir ölüme kuşa ağaçlarımı kesen iyi insanlara yazıyorum durmadanBizim buralardan selamlar

Avatar

GALİP ÇAKIR:

Tarih: Şubat 12th, 2015 | Saat: 15:16

Sevgili sabri güzel temennilerde bulunuyorsun ama o kadar zorki bilmem başara bilirmiyim Yok ya ben böyle kalayım
bizim buralar bana yeter

Avatar

GALİP ÇAKIR:

Tarih: Şubat 12th, 2015 | Saat: 15:17

Sevgili özel güzel yorumların hep bana bir adımdaha git der gibi geliyor sağ ol selamlar

Avatar

GALİP ÇAKIR:

Tarih: Şubat 12th, 2015 | Saat: 15:18

Sevgili ahmet abi güzel yorumun için teşekkürler selamlar

Avatar

GALİP ÇAKIR:

Tarih: Şubat 12th, 2015 | Saat: 15:23

Sevgili ömer sizlere okurken bir nesne bir şeyler yadıysak ne mutlu bana demekki yapılanlar zaman geçsede unutulmuyormuş bunu anladım Yorum yazın benim yazılar gibi duygulu olmuş bakmışım gözlerimden yaşlar düşüyordu inan şükür bu günlerimize güzel insan bizim buralardan sizin oralara selamlar

Avatar

Erdoğan BALIK:

Tarih: Şubat 18th, 2015 | Saat: 07:57

Galip abiciğim eline yüreğine sağlık Geçmişimizi hatırlattığın ve hatırlatmaya devam ettiğin için, Değerlerimizi unutturmadığın için,
Gelecek nesillere bizim oraları ve yaşam şartlarını anlattığın için sağolasın Sevgi ve Selamlar……………

Avatar

GALİP ÇAKIR:

Tarih: Şubat 27th, 2015 | Saat: 16:44

SAĞ OL SEVGİLİ ERDOĞAN YORUMUN İÇİN TEŞEKKÜRLER.

Yorum Yap:

Bizim Buralardan Merhaba!..

Neler Yazdım?

Gazete Manşetleri

Bizim Buranın Havası

DENIZLI

© 2024 Tüm hakları saklıdır Bizim Buralar Beylerli – (Foto) Galip Çakır - Düşüncelerimi ve görüşlerimi paylaştığım adresim. Beylerli hakkında yazılarımıda burada bulabilirsiniz. (Foto) Galip ÇAKIR Wordpress